göz kırpmak. He listened to the charge without once blinking.
gözlerini kısarak bakmak. I blinked at the harsh morning light.
blink at: şaş(ır)mak, ürkmek, korku/hayretten donup kalmak. She blinked at his sudden fury.
blink at: gözyummak, görmemezlikten gelmek, boş vermek, aldırış etmemek, önem vermemek. You
should never blink at the child's bad behavior. to blink at other's eccentricities: başkasının acayipliklerini görmemezlikten gelmek.
gözlerini kırpıştırmak, sık sık açıp kapamak. She blinked her eyes in an effort to wake up.
(ışığı) tekrar tekrar yakıp söndürmek, ışılda(t)mak, kesik kesik parılda(t)mak. We blinked the light
frantically, but there was no answer.
tanımamak, kaçınmak, tanımazlıktan/görmemezlikten gelmek, yanaşmamak, kabul etmemek, yan çizmek. blink
the facts: gerçeği görmek istememek, gerçeğe gözlerini yummak. blink the question: soruna yanaşmamak. There was no blinking the possibility of a scandal: Bir rezalet çıkacağını görmemek olanaksızdı.
kırp(ış)ma, açılıp kapanma, yanıp sönme. the blink of lighthouse.
bakış, nazar.
parıltı, pırıltı, ışıltı, lem'a. There was not a blink of light anywhere: Etrafta hiçbir ışık parıltısı yoktu.
Meteoroloji (a) (bkz: iceblink ), (b) snowblink ile ayni anlama gelir. kar ılgını/serabı.